İyimserliğin sonu: Doğayla ve kentlerimizle ilişkimiz Covıd-19 sonrası nasıl değişti?
Tarih
Yazarlar
Dergi Başlığı
Dergi ISSN
Cilt Başlığı
Yayıncı
Erişim Hakkı
Özet
“Kentleşme yalnızca tarihsel boyutu olan bir toplumsal-kültürel olgu değil, aynı zamanda ekolojik bir olgudur” (Bookchin,1999:9). Murray Bookchin, 90’lı yılların sonunda kaleme aldığı Kentsiz Kentleşme adlı çalışmasında Milenyumun kentli çocuklarını bekleyen tehlikeyi ifade etmiştir. Ona göre muazzam/aşırı kentleşme, gezegenimizin sonunu hazırlamaktadır. Bookchin’in karşı çıkışı, toplumsal bir ilerleme olarak Sanayi Devrimi sonrası toplumsal gelişmenin kendisine eşitlendiği “sanayileşme-ilerleme-kentleşme” denkleminin insanı doğadan/ doğasından kopararak post-endüstriyel akımda topyekûn yaşanan ekolojik yozlaşmanın yarattığı kötücül sarmalın sınır tanımaz yükselişinedir. 2000’li yıllarda kentleşme fenomeni, Bookchin’in dikkati çektiği kritik sınırı çoktan aşmış ve neo-liberal düzenin ayrışmış distopik kentlerine hızlıca dönüşmüştür. Artık kentlerimiz salt doğadan uzaklaşmış olmanın değil kendi ekosistemini de teknolojinin kötücül kullanımı ile ranta dönüştüren, kendi içerisinden çirkin kentleri çıkaran megapoller olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla 2000’li yılların kentlerinde kaygılar oldukça başkalaşmıştır: Sosyal adaletsizlik, eşitsizlik, göç, kentsel aidiyet, kent mekânlarının dönüşümü, kent hafızasının silinmesi, kent hakkı kullanımı, neo-liberal kent politikaları, kentsel ayrışma, mekânsal rant düzeni, güvenlik endişesi, suç ve gözetim, kentsel yoksunluk v.b. gibi pek çok sorunla kent hepimizin gündemindedir. Kent artık kötücül bir sıfat olarak literatürde yerini almıştır. Bu olumsuzlama klasik sosyoloji kuramlarındaki iyimser kentleşmenin günümüz sorunları açısından eleştirel olarak ele alınması gereğini doğurmuştur.