Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 118
  • Yayın
    İnfertil hastaların yönetiminde IVF/ICSI/ET öncesi histeroskopik endometrial injüri ve histeroskopik polipektominin reprodüktif sonuçlar ile ilişkisi
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, 2023) Balçiçek, Hümeyra Büşra; Gürsoy, Ali
    Endoskopik yaklaşımlardan histeroskopi, infertilite yönetiminde sıklıkla kullanılan minimal invaziv bir tekniktir. Embriyo transferi için ideal bir endometrium hazırlığının in vitro fertilizasyon (IVF) başarısını artıran faktörlerden olduğu bilinmektedir. Dolayısı ile uterus ve endometriumun histeroskopik olarak değerlendirilmesi ve operatif prosedürlerin uygulanması infertiliteye yaklaşımda önemli bir yer teşkil etmektedir. Çalışmamızda histeroskopik polipektomi ve histeroskopik injürinin reprodüktif sonuçlara etkisi değerlendirilmiştir. Maltepe Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Yardımcı Üreme Teknikleri Birimi’ne başvuran, IVF/ICSI/ET tedavisi ile gebe kalmaya çalışan 391 hasta istatistiksel analize dahil edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen bireyler histeroskopik injüri (Grup A) (n=105), histeroskopik polipektomi (Grup B) (n=105) ve kontrol grubu (Grup C) (n=181) olmak üzere üç grupta incelenmiştir. Çalışma grupları arasında biyokimyasal gebelik oranı, klinik gebelik oranı, canlı doğum oranı ve abortus oranı gibi parametreler değerlendirilmiştir. Grup A’da, biyokimyasal gebelik, klinik gebelik, canlı doğum ve abortus oranları sırası ile %49.5, %41.9, %27.6 ve %14.3 olarak bulunmuştur. Grup B’de sırası ile %44.8, %41, %31.4 ve %8.6 olarak bulunmuş olup Grup C’de aynı parametreler sırası ile %39.2, %33.7, %23.8 ve %8.8 olarak bulunmuştur. Gruplar arasında reprodüktif sonuçlar kıyaslandığında biyokimyasal gebelik, klinik gebelik, canlı doğum, abortus dağılımı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmamıştır (p: 0.227, 0.288, 0.362, 0.276 sırasıyla ).Histeroskopik endometrial injürinin reprodüktif sonuçlar üzerinde olumlu etkisi istatistiksel olarak anlamlı olmasa da oransal olarak gösterilmiştir. Literatüre bakıldığında çalışmalarda klinisyenlerin kendi tekniklerini kullandıkları görülmekte ve bu durum sonuçların değerlendirilmesini zorlaştırmaktadır. Histeroskopik injüri tekniğinin standardize edildiği, yaş gruplarına ve hasta gruplarına spesifik geniş kapsamlı çalışmalar yapılarak histeroskopik injüri tekniğinin tanımlanması gerekmektedir. Histeroskopik polipektomi yapılan grupta da gebelik sayılarında oransal artış görülmüş, ancak bu artış istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Endometrial polip eksizyonunun abortus oranını, intrauterin patolojisi olmayan hasta grubu ile benzer oranlara getirdiği görülmüştür. Endometrial polipler gebelik kayıplarına neden olabildiğinden, poliplerin histeroskopik olarak eksizyonu reprodüktif sonuçları iyileştirmektedir.
  • Yayın
    Maternal SARS-COV-2 enfeksiyonunun neonatal antropometrik ölçümler ve morbiditeler üzerine etkilerinin araştırılması
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Sak Güler, Serap; Erener Ercan, Tuğba
    Giriş ve Amaç: COVID-19 (2019 Yeni Koronavirüs Hastalığı); 2019 yılı sonunda Çin’in Wuhan kentinden dünyaya yayılan, birçok insana bulaşan ve ölümcül bir pandemi olarak tanımlanmıştır. COVID-19 salgını dünya genelinde yayılmaya devam ederken, hastalığın etkileri ve riskleri üzerine araştırmalar halen devam etmektedir. Enfeksiyonun gebelik sürecine etkisi hakkında araştırmaların sınırlı olması ve yenidoğanlar üzerindeki etkileri konusunda yeterli verinin olmaması endişe yaratmaktadır. Bu çalışmanın amacı, gebelik sırasında COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş olmanın neonatal antropometrik ölçümler, neonatal morbiditeler ve yenidoğan yoğun bakıma yatış oranları üzerine etkisinin araştırılmasıdır. Yöntem: Çalışmamıza Ocak 2020-Aralık 2022 tarihleri arasında Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’nda doğan toplam 655 yenidoğan dahil edildi. Çalışma grubunu, annelerinde gebelik dönemi içerisinde PCR ile COVID-19 pozitifliği teyit edilmiş 48 yenidoğan ve kontrol grubunu ise anneleri gebeliği süresince SARS-COV-2 enfeksiyonu geçirmemiş 607 yenidoğan oluşturdu. Anne ve yenidoğan dosyaları; anne gravidası, annede COVID-19 pozitifliği saptanan trimester, doğum şekli, yenidoğanın doğum ağırlığı, boyu, baş çevresi, cinsiyeti, doğum haftası, yenidoğan yoğun bakım ihtiyacı varlığı, yatış tanıları, yatış süresi, term/preterm olma durumu, solunum desteği ihtiyacı, solunum desteği yöntemi açısından retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen toplam 655 yenidoğanın 607’sinin (%92.7) annesi gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmemiş olup 48 (%7,3) yenidoğanın annesinde gebelik döneminde qRT-PCR (kantitatif revers transkripsyon polimeraz zincir reaksiyonu) testi pozitifliği saptandığı izlendi. Gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş annelerdendoğanbebeklerin%12,5’u (n:6) NSD ile, %87,5’u (n:42) C/S ile; gebelik döneminde bu enfeksiyonu geçirmemiş annelerden doğan bebeklerin %11,7 ’si (n:71) NSD ile, %88,3’ü (n:536) C/S ile doğmuşlardı. gruplararasında doğum şekli açısından istatistiksel bir fark saptanmadı(p=0.868). Gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş annelerin bebeklerinin preterm doğum oranı %20,8 (n:10) iken, term doğan bebeklerin oranı %79,2 (n:38) idi. Gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmemiş annelerin bebeklerinin ise preterm doğum oranı %23,4 (n:142), term bebek doğum oranı %76,6 (n:465) saptandı. Gruplararasında preterm doğma oranı açısından istatistiksel bir fark saptanmadı(p=0.686). Gruplar arasında doğum haftaları karşılaştırıldığında da aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p=0.577). Tüm doğan bebeklerin doğum kilosu ortalamaları karşılaştırıldığında gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş annelerden doğan bebeklerin ortalama doğum ağırlığı 3014gr +-713 iken, gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmemiş annelerden doğan bebeklerin ortalama doğum ağırlığı 3040gr +- 613 idi. Gruplar arasında doğum ağırlığı açısından istatistiksel bir fark saptanmadı (p=0.330) . Tüm doğan bebeklerin doğum boy ortalamaları karşılaştırıldığında gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş annelerden doğan bebeklerin ortalama doğum boyları 48.3 +- 4.2 cm iken, gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmemiş annelerden doğan bebeklerin doğum boy ortalamaları 48.9 +- 3.4cm idi. Gruplar arasında doğum boyları açısından istatistiksel bir fark saptanmadı (p=0.211). Gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş annelerden doğan bebeklerin doğum baş çevreleri ortalamaları 33.9 +-2.8 cm iken, gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmemiş annelerden doğan bebeklerin doğum baş çevreleri ortalamaları 34.1 +-2.87 cm idi. Gruplar arasında doğum baş çevresi ortalamaları karşılaştırıldığında aralarında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmadı (p=0.841). Gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş annelerden doğan bebeklerin %18,8’i (n:9) 2500 gr altında iken gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmemiş annelerin bebeklerinin düşük doğum ağırlıklı doğma oranı %16,1 (98) idi. Gruplar arasında düşük doğum ağırlığı ile doğma oranı açısından istatistiksel bir fark saptanmadı (p=0.638). Gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş annelerden doğan bebeklerin (n=48) yenidoğan yoğun bakıma yatış oranı %41,7(n:20)iken,gebelikdöneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmemiş annelerden doğan bebeklerin (n=607) yoğun bakıma yatış oranı %29,8 (n:184) saptandı. Her ne kadar gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş anne bebeklerinin yoğun bakıma yatış oranı COVID-19enfeksiyonu geçirmemiş anne bebeklerinden fazla olsa da her iki grup arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık saptanmadı (p=0.087). Yenidoğan yoğun bakıma yatış tanıları incelendiğinde, gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş anne bebeklerinin %30’unun (n:6) TTN, % 35’inin (n=7) prematürite, % 25’inin sepsis (n=5) ve % 25’inin (n=5) RDS tanıları ile yatırıldığı gözlendi. Bu oranlar gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmemiş anne bebeklerinde sırasıyla %48.4 (n:89), %38 (n:70), %39,7(n:73) ve %16,8 (n:31) olarak izlendi. Her iki grup yoğun bakıma yatış tanıları açısından karşılaştırıldığında istatistik açıdan herhangi bir fark saptanmadı (sırasıyla p=0.2, p=0.2, p=0.2, p=0.364) Sonuç: Gebeliğinde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş olan anne bebekleri, gebeliğinde bu enfeksiyonu geçirmemiş anne bebeklerine göre doğum sırasındaki antropometrik ölçümler, doğum haftaları, düşük doğum ağırlıklı olarak doğmaları, yenidoğan yoğun bakım ihtiyacı olması karşılaştırıldığında her iki grup arasında istatistik açıdan herhangi bir fark saptanmadı. Çalışmamızdan elde ettiğimiz veriler ışığında gebelik döneminde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş olmanın, yenidoğanın doğum sırasındaki antropometrik ölçümleri, prematüre doğum riski ve yoğun bakıma yatış oranları açısından bir fark yaratmaması bu enfeksiyonu geçiren anneler için güven verici olabilir. Ancak bu konuda daha net bir sonuca varmak için daha fazla sayıda bebeği içeren çalışmaların verilerine de ihtiyaç vardır. Gebeliğinde COVID-19 enfeksiyonu geçirmiş anne bebeklerinin daha yakın izlenmesi ve takip edilmesi ilerleyen yaşlarda gelişebilecek olası morbiditeler açısından akılda tutulmalıdır.
  • Yayın
    Fleksör tendon onarımlarında sütür tekniklerinin biyomekanik karşılaştırılması
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Maharramli, İsmayıl; Ugutmen, Ender
    GİRİŞ VE AMAÇ: Fleksör tendon yaralanmalarında cerrahi tedavinin başarısı, kullanılan onarım tekniğinin özelliklerinin yanısıra onarım sonrası uygulanan rehabilitasyon programı ile de ilgilidir. Tendon onarımı sonrası erken başlanan hareket tendon iyileşmesini hızlandırır, yapışıklığı önler. Biz bu çalışmada 3 farklı sütür tekniğini biyomekanik açıdan karşılaştırmayı ve erken aktif harekete izin verebilecek tekniği bulmayı amaçladık. GEREÇ VE YÖNTEM: Çalışmamızda 9 koyunun 18 ön kolu’nun FDP tendonları kullanıldı. Dirsek ekleminden ampute edilmiş ön kollara kesimhaneden alındıktan hemen sonra diseksiyon uygulandı. Yaklaşık 15 cm boyutunda tendonlar elde edildi. Tendonun distal yapışma yerinden itibaren proksimale doğru 6 cm ölçülerek işaretlendi ve tendona tam kesi uygulandı. Kesinin proksimaline ve distaline doğru 10 mm ölçülerek core sütür çıkış bölgesi olarak işaretlendi. Double Modifiye Kessler, Kilitli Cruciate ve 4 geçişli Savage core sütür teknikleri ile onarılan tendonlar 3 grup şeklinde test edildi. Motorlu test standında çekme işlemi 20 mm/ dk hızla başlatıldı. Çekme işlemine sütürler kopana kadar ya da tendonlar çeneden sıyrılarak ayrılana kadar devam edildi. Tenorafi sahasında 2 mm gap oluşturan ve core sütürde kopmaya neden olan maksimum gerilme gücü değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmamızda tüm gruplar arasında maksimum gerilme gücü en yüksek olanı 4 geçişli Savage oldu. Hem Kilitli Cruciate, hem de 4 geçişli Savage gruplarının maksimum gerilme değerleri Double Modifiye Kessler grubundan anlamlı (p?0,05) olarak daha yüksekti. Double Modifiye Kessler grubunun maksimum gerilme değeri 6.53±1.46 N, Kilitli Cruciate grubunun maksimum gerilme değeri 11.97±2.81 N, 4 geçişli Savage grubunun maksimum gerilme değeri 15.31±1.2 N’dur. Gruplar arasındaki 2 mm gap oluşumuna neden olan güçler karşılaştırıldığında aralarında anlamlı istatistiksel fark bulunmadı (p > 0.05). SONUÇ: Double Modifiye Kessler grubu sadece pasif fleksiyona izin verirken, Kilitli Cruciate grubu hafif dirence karşı fleksyona, 4 geçişli Savage grubu ise orta dirence karşı fleksiyona izin verecek ölçüde bulundu. Bu sonuçlar güçlü kavrama için gerekli olan gücün altında değerler olduğundan aktif fleksiyona izin vermemekte, fakat tendona pasif fleksiyon yaptırabileceğimizi göstermektedir.
  • Yayın
    Ultrason rehberliğinde transversus abdominis plane(us-tap) bloğu ve laparoskopi rehberliğinde transversus abdominis plane(ls-tap) bloğunun laparoskopik üst batın cerrahisi uygulanan hastalarda post-op analjezi üzerine etkinliklerinin araştırılması
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Özelsel, Berfin Gizem; Şerifsoy, Talat Ercan
    Amaç: Laparoskopik üst batın cerrahisi uygulanan hastalarda genel anestezi altında, ultrasonografi rehberliğinde TAP blok ve laparoskopi rehberliğinde TAP blok uygulamasının operasyon sonrası ilk 24 saatte hastanın analjezi yönetimine katkısını değerlendirmeyi ve her iki yöntemin etkinliklerini kıyaslamayı amaçladık. Materyal ve Metot: Çalışma; etik kurul onayı alındıktan sonra, hastalardan yazılı onam alınarak, genel cerrahi kliniği tarafından laparoskopik üst batın cerrahisi planlanan, American Society of Anesthesiology (ASA) preoperatif fizyolojik değerlendirme skoru I-III olan, 18-70 yaş aralığında 60 hasta dahil edilerek yürütüldü. Çalışma; çift kör, prospektif, randomize olarak planlandı. Hastalar iki gruba ayrıldı. Tüm hastalara anestezi indüksiyonu aynı şekilde uygulandı. İki gruba da ekstübasyon öncesi; 30 ml %0,5 bupivakain ve 10 ml %2 lidokain ile TAP blok uygulandı. Operasyon bitiminde hastalar ekstübe edilip, derlenme odasına alındıkları andan itibaren ilk 1 saat boyunca 20 dakika ara ile, takiben ise 1.-3.-6.-12.-18.-24. saatlerde ağrı düzeyleri Numeric Rating Scale (NRS) sistemi ile belirlenerek kayıt altına alındı. Komplikasyon gelişip gelişmediği, hastanede kalış süresi, ek analjezik ihtiyacı ve ne zaman uygulandığı, opioid tüketimi, tüketilen parasetamol miktarı, bulantı ve kusma durumu, ayağa kalkma süresi ve gaz/gaita çıkış süresi kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 60 hastanın (%66,7 kadın) yaş ortalaması 48,45±14,96 yıldır. Her iki grup karşılaştırıldığında; postoperatif NRS skorlarında, 20.dakika, 40.dakika, 3.saat, 12.saat, 18.saat ve 24.saat ağrı düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermemektedir. Gruplar arasında; 1.saat ağrı düzeyleri ve 6.saat ağrı düzeyleri incelendiğinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmış olup; L-TAP grubunun ağrı skorları U-TAP grubundan yüksek bulunmuştur. Hastanede kalış süresi, komplikasyon gelişimi, ayağa kalkma süresi, gaz/gaita çıkış süresi, tüketilen parasetamol miktarı, ek analjezik ihtiyacı ve ne zaman uygulandığı, ek opioid ihtiyacı ve postoperatif bulantı ve kusma parametrelerinin benzer olduğunu saptadık. Sonuç: Laparoskopik üst batın cerrahilerinde, laparoskopi veya ultrasonografi eşliğinde TAP blok uygulamaları, postoperatif analjezi yönetiminde multimodal analjezinin parçası olarak kullanılabilirler.
  • Yayın
    Fotopletismografik dalga analizi teknolojisi ile kan basıncı tahmini sunan giyilebilir aksesuarların invaziv kan basıncı monitorizasyonu ile kıyaslanması ve anestezi pratiğinde hemodinamik parametrelerin takibinde non invaziv erken prediktör olarak kullanılabilirliği
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Tanfer, Gökhan; Şerifsoy, Talat Ercan
    Amaç: Giyilebilir aksesuarlarda bulunan gelişmiş biyosensörler ile vital bulgular elde edilebilmekte ve kablosuz olarak iletilebilmektedir. Yakın zamanda fotopletismografi dalgalarının derin analizi ile kan basıncı verisi sunabilen bu cihazlar genelde günlük kullanımda ve hipertansiyon takibi için incelenirken çalışmamızda kurguladığımız potansiyel yazılım değişiklikleri ile bu cihazlara farklı bir yaklaşım ile analiz ederek klinik alanda vital bulguları sürekli takip eden ve kritik değerleri kablosuz olarak uyaran bir takip sistemi tasarladık ve tasarıma uyarlanan performans değerlendirmesi yaptık. Böylece Fotopletismografi Dalga Analizi (PWA)'nin etkinliğini ve güvenilirliğini klinik alanda kullanım için değerlendirmeyi hedefledik. Materyal ve metod: Resmi veri tabanı araştırılarak çalışma için uygun ürün olan Samsung Galaxy Watch 4 SM-R870 Samsung Electronics Co., Ltd. temin edildi; hasta güvenliği ve etik konular göz önünde bulundurularak kılavuza uygun şekilde 40 hastadan kan basıncı değerleri eş zamanlı olarak hasta başı monitörle birlikte kayıt altına alındıktan sonra Vital Erken Uyarı Sistemi tasarlandı ve analiz için kritik değerler atandı. Oksijen saturasyonu, kalp atım hızı, EKG, biyoimpedans analizi ve stres seviyesi de kayıt altına alındı. Veriler post-hoc analiz edildi ve korelasyonun yanında tasarlanan VEUS sisteminin potansiyel başarısı incelendi. Ayrıca giyilebilir aksesuarların günlük hayatta ve klinikte kullanımı hakkında yeni sistemler tasarlandı ve potansiyeli hakkında yorumlarda bulunuldu. Bulgular: Kan basıncı genel olarak orta-yüksek seviyede korelasyon göstermekle beraber tasarlanan VEUS sisteminin genel başarısı %71.3 olarak hesaplandı. %28.7 olarak gözüken olumsuz durumlarda ise yalancı negatiflik sadece ek izlem olduğun için zararsız bulunurken, yanlış pozitiflik durumunda ise geri bildirimler sayesinde teknolojinin gelişmesinde daha çok veri sunması açısından katkı sağlayabileceği yorumu yapıldı. Diğer parametrelerde bazı sapmalar olsa da istatiksel olarak anlamlı farkının bulunması, ek monitorizasyon olması ve vital parametreler sunması açısından faydalı bulundu. Sonuç: Oldukça kompakt, ekonomik ve kolay kurulumu olacak şekilde tasarlanan sistemin kritik durumlar için önemli bilgiler sunabilmesi açısından yüksek potansiyeli olduğu kanısına varıldı ve bu sistemlerin geliştirilmesi için teknoloji firmaları ve sağlık çalışanlarının daha çok iş birliği içinde çalışmalar yapmasının faydalı olacağı düşünüldü.
  • Yayın
    Lokal ve genel anestezi altında kifoplasti uygulanmış hastaların erken dönem sonuçlarının karşılaştırılması
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Shirzad, Mohammad Hamid; Ugutmen, Ender
    AMAÇ: Çalışmamızın amacı günümüzde yaygın olarak kullanılan peruktan kifoplasti uygulamasında genel anestezi ve lokal anestezi yöntemlerinde ağrı değerlerini karşılaştırmaktır. MATERYAL VE METOD: Bu retrospektif çalışma Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Ana Bilim Dalı’nda Ocak 2021 ile Kasım 2022 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Çalışmaya dahil edilen hastalar arasında basit randomizasyon yöntemi ile 13’ü çalışma (lokal anestezi) 15’i kontrol (genel anestezi) grubu olarak iki grup oluşturulmuştur. Hastaların preoperatif ve postoperatif VAS skorları kaydedilmiş ve karşılaştırılmıştır. Hastaların sosyal yaşam kalitesi bilgileri toplanarak ODS skorları belirlenmiş ve karşılaştırılmıştır. Ayrıca her iki grubun ameliyat süreleri kaydedilerek karşılaştırılmıştır. BULGULAR: İki grup arasında preoperatif VAS değerleri anlamlı (p > 0.05) farklılık göstermemiştir. Çalışma grubunda postoperatif VAS değerleri kontrol grubundan anlamlı (p < 0.05) olarak daha düşük bulunmuştur. Kontrol grubunda postoperatif VAS değerleri preoperatif döneme göre anlamlı (p < 0.05) olarak daha düşüktü. Çalışma grubunda postoperatif VAS değerleri preoperatif döneme göre anlamlı (p < 0.05) olarak daha düşüktü. Çalışma grubunda postoperatif VAS değerlerinin düşüşü kontrol grubundan anlamlı (p < 0.05) olarak daha yüksek olarak bulunmuştur. Kontrol grubunda ameliyat süresi çalışma grubundan anlamlı (p < 0.05) olarak daha yüksekti. SONUÇ: Bu çalışmada lokal ve genel anestezi altında yapılan kifoplasti yönteminde preoperatif ve postoperatif VAS ve ODS değerleri bulunarak karşılaştırılmıştır. Gruplar arasında preoperatif VAS ve ODS değerleri arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Preoperatif ve postoperatif VAS ve ODS değerleri karşılaştırıldığında gruplar arasında anlamlı fark bulunmuştur. Çalışma grubu hastalarında anlamlı olarak daha düşük VAS ve ODS değerleri tespit edilmiştir. Çalışma grubunda ameliyat süresinin genel anestezi grubundan %50 oranda daha kısa süreye sahip olduğu bulunmuştur.
  • Yayın
    Nötrofil/lenfosit oranı ve trombosit dağılım hacminin diyabetik nefropati ile ilişkisi
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Kenan, Ayşe Nur; Yeğenağa, Itır
    iş ve Amaç: Diyabetik nefropati, diyabetes mellitus’un sık görülen morbidite ve mortalitesi yüksek mikrovasküler bir komplikasyonudur. Diyabetik nefropatinin erken tespiti, bu komplikasyonun gelişmesini önlemeye veya bu komplikasyonun erken tedavi edilmesine yardımcı olacaktır. Bu çalışmada diyabetes mellitus tanılı, nefropatisi olan ( albüminüri >300 mg/24 saat veya >20 ?g/dk ) ve olmayan hastalar arasında trombosit dağılım genişliği ve nötrofil/lenfosit oranı karşılaştırılarak diyabetik nefropati erken tanısında tam kan sayımı parametrelerinin kullanımı amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Ocak 2017- Ocak 2023 tarihleri arasında T.C. Maltepe Üniversitesi Hastanesi İç hastalıkları ve Kardiyoloji Kliniğinde ayakta veya tedavi almış olan 168 hasta ve 174 kontrol grubu çalışmaya dahil edilmiştir. Hasta grubu diyabetik nefropatisi tanısı alan hastalardan seçilmiş olup , kontrol grubu ise nefropatisi olmayan diyabetik hastalardan seçilmiştir. Çalışmadaki tüm hastalar hastane veri tabanına ait verilere bakılarak retrospektif olarak incelenmiş olup hastaların yaş, cinsiyet, kullandığı ilaçlar, komorbid hastalıkları, serum kreatinin,serum albümin, spot idrar mikroalbümin/kreatinin oranı, Hba1c, açlık serum glukoz, hemoglobin, MCV( Ortalama eritrosit hacmi) ,RDW-CV (Eritrosit dağılım genişliği),trombosit, MPV(Ortalama trombosit hacmi) ,PDW(Trombosit dağılım hacmi) ve NLR(Nötrofil/Lenfosit oranı) değerleri takip formlarına kayıt edilmiştir. İstatistiksel Analiz: Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için IBM SPSS Statistics 26 (IBM SPSS, Türkiye) programı kullanıldı. Anlamlılık p< 0.05 düzeyinde değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 168’i diyabetik nefropati tanılı hasta, 174’ü diyabetik nefropati olmaksızın Tip 2 DM tanılı kontrol grubu olmak üzere toplam 342 hasta dahil edilmiştir. Genel olarak çalışmaya katılan kadın hastaların oranı %45,3, erkek hastaların oranı %54,7’dir. Kadın ve erkek oranı kontrol ve vaka grubunda benzerdir. Tüm katılımcıların yaş ortalaması ise 65,3 olarak hesaplanmıştır. Vaka grubunun NLR sonucu ortalaması 2,99±2,55 olarak hesaplanmıştır. Kontrol grubunun NLR sonuç ortalaması ise 2,07±1,21 olarak hesaplanmıştır p: <0,001 olup iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. İki grup arasında MPV ve PDW değerleri karşılaştırılmış olup p değeri sırasıyla 0,878 ve 0,249 olarak hesaplanmıştır ve istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamamıştır. Tartışma ve Sonuç: NLR düzeyi hasta grubunda kontrol grubuna kıyasla anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur. Literatür de göz önüne alındığında; NLR’nin diyabetik nefropatinin erken tespitine olanak sağlayacak bir belirteç olarak kullanılabileceği gösterilmiştir. MPV ve PDW değerlerinin biyobelirteç olarak kullanılabilmesi için daha çok literatüre ihtiyaç vardır.
  • Yayın
    Serratus anterior düzlem bloğu (sapb) ve rhomboid interkostal düzlem bloğunun (ripb) meme kanseri cerrahisi uygulanan hastalarda analjezi üzerine etkilerinin karşılaştırılması
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Kilit, Doğukan; Özer, Zeliha
    Amaç: Meme kanseri kadınlarda rastlanan kanser çeşitleri arasında ilk sırada yer almaktadır. Buna paralel olarak meme kanseri cerrahileri de sık uygulanan girişimlerdir. Bu operasyonlarda postoperatif analjezi amaçlı uygulanabilirliği kolay ve güvenli olan interfasyal plan blokları giderek yaygınlaşmaktadır. Çalışmamızda meme kanseri cerrahisi uygulanan hastalarda serratus anterior düzlem bloğu ile rhomboid interkostal düzlem bloğunun postoperatif analjezi üzerine etkilerini karşılaştırmayı hedefledik. Materyal ve metod: Çalışma, etik kurul onayı sonrası hastalardan yazılı onam alınarak, meme kanseri cerrahisi uygulanacak, 18-70 yaş arasında, ASA (American Society of Anesthesiologists) skoru I-III olarak değerlendirilen 40 hastada gerçekleştirildi. Çalışma çift kör, prospektif, randomize ve olarak planlandı. Tüm hastaların anestezi indüksiyonu aynı şekilde sağlandı ve entübe edildi. Hastalar SAPB (Grup S) ve RİPB (Grup R) olarak ikiye ayrıldı. İki gruba da postoperatif ekstübasyon öncesi 20ml %0.25 bupivakain 10ml %0,5 lidokain ve 10ml salinden oluşan lokal anestezik karışım solüsyonu enjekte edildi. Postoperatif dönemde intravenöz morfin kullanılarak hasta kontrollü analjezi (HKA) kullanıldı. Postoperatif 20., 40., 60.dakika, 3.saat, 6.saat, 12.saat, 18.saat ve 24.saat NRS (numerik ağrı skoru) skorları ve opioid tüketimleri kaydedildi. İlk analjezi gereksinimine kadar geçen süre analjezi zamanı olarak tanımlandı ve kaydedildi. Eş zamanlı olarak komplikasyonlar da (bulantı/kusma, pnömotoraks, hematom, kaşıntı) kaydedildi. Bulgular: Ultrasonografi eşliğinde yapılan serratus anterior düzlem bloğu ve rhomboid interkostal düzlem bloğu karşılaştırıldığında postoperatif tüm zamanlarda NRS skorları istatistiksel açıdan benzer idi(p>0.05). 24 saatte toplam morfin tüketim ortalaması Grup S de 3,05mg Grup R de 1,75mg olup opioid tüketimlerinin ortanca değerleri istatistiki yönden farklı bulunmadı(p>0.05). Hastalar analjezi süresi, komplikasyonlar ve kurtarıcı analjezik ihtiyacı yönünden incelendiğinde iki grupta fark tespit edilmedi(p>0.05). Sonuç: Çalışmamız sonucunda meme kanseri cerrahisinde serratus anterior plan bloğu ile rhomboid interkostal plan bloğunun opioid tüketimlerinin benzer olduğunu saptadık. Meme kanseri cerrahisinde postoperatif analjeziyi sağlamak amacıyla her iki düzlem bloğu da multimodal analjezinin bir elemanı olarak tercih edilebilir.
  • Yayın
    Bipolar bozukluk tanılı hastalarda serum glial fibriler asidik protein, ß-ııı tübülin, sinaptofizin ile optik koherens ilişkisi
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2023) Çörekli Kaymakçı, Esma; Kök Kendirlioğlu, Burcu
    Amaç: Bipolar bozukluğun (BPB) etiyolojisi kesin şekilde gösterilememiş olup nörodejeneratif ve nörogelişimsel süreçlerin hastalığın etiyolojisinde rol oynadığı düşünülmektedir. Çalışmanın amacı bipolar bozukluk tanısı olan bireylerde sağlıklı kontrol grubuna kıyasla nörodejeneratif ve nörogelişimsel belirteçler olan serum ?-III tübülin, GFAP (glial fibriler asidik protein), sinaptofizin ile OKT (optik koherens tomografi) ölçümlerini karşılaştırmak ve bunlar arasındaki olası ilişkiyi belirlemektir. Yöntem: Araştırma kesitsel ve gözlemsel olarak tasarlanmıştır. Örneklemi BPB tip I tanı ölçütlerini karşılayan bipolar bozukluk tanılı ötimik dönemdeki 43 hasta ve benzer yaş diliminde yer alan 46 sağlıklı gönüllü oluşturdu. Katılımcıların serum ?-III tübülin, GFAP, sinaptofizin seviyeleri ölçüldü ve OKT ölçümleri yapıldı. Bulgular: Çalışmada BPB grubunda sağlıklı kontrole kıyasla serum GFAP ve sinaptofizin seviyesi istatistiksel açıdan anlamlı farklılık saptanmamıştır. Serum ?-III tübülin seviyesinin BPB grubunda azalmış olduğu tespit edilmiştir (U=1240,500; p=0,039). BPB grubunda sağlıklı kontrole kıyasla retinal sinir lifi tabakası (RSLT) kalınlığı sağ gözde inferior ve nazal kadranlarda, sol gözde ise superior, inferior ve nazal kadranlarda istatistiksel olarak anlamlı azalmış oldukları saptanmıştır. ILM-IPT (iç limitan membrandan iç pleksiform tabakaya kadar olan ölçüm) BPB grubunda sol gözde superotemporal ve inferotemporal kadranlarda istatistiksel açıdan anlamlı azaldığı bulunmuştur. Serum belirteçleri ile RSLT ve ILM-IPT arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır. Sonuç: Mevcut çalışmada saptanan serum ?-III tübülin azalması BPB etiyolojisinde rol oynayan oksidatif stres ve nörodejenerasyon mekanizmaları ile ilişkili olabilir. BPB grubunda saptanan RSLT kalınlığındaki ve ILM-IPL kalınlığındaki azalmanın bipolar bozukluk etiyolojisinde nörodejenerasyon hipotezine destek olabilir. Gelecekteki çalışmaların daha geniş bir örneklem grubu ve nörogörüntüleme eşliğinde planlanması önerilir.
  • Yayın
    Covid-19 pandemisinde ortaokul öğrencilerin eğitim sürecinde teknoloji kullanımı, beslenme alışkanlıklarının ve duygu durumlarının incelenmesi
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Ay, Selami; Tanju, İlhan Asya
    Giriş: Son dönemde polikliniklere “teknoloji bağımlılığı” nedeniyle başvurular artmış olup bu durumun ne denli bir sorun oluşturabileceğini saptamak amacıyla okulların taranmasını ve gerekli müdahalelerin planlanması için bir veri hazırlamanın önemli olduğunu düşündük. Çalışmamızda pandemi sürecinde beslenme alışkanlıklarını gözlemlemenin yanında, obezite riskinde artış olup olmadığını ortaya koymak ve okullardaki beslenme alışkanlığını değerlen-dirmek amaçlanmıştır. Karantinanın bir sonucu olarak travma sonrası stres sendromu, ob-sesyon, kafa karışıklığı ve öfke gibi olumsuz psikolojik yan etkilerde kayda değer bir artış bil-dirilmiştir. Bu dönemde çocuklarımızın duygu durumunun tespit edilmesi amacıyla ebeveyn-okul-Milli Eğitim Müdürlüğü iş birliği içerisinde gerekli müdahalelerin planlanması için bir veri hazırlamanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Çalışmamızda pandemi süresince ortaya çıkan beslenme değişikliklerini , teknoloji kullanımındaki artışı, duygu durum bozukluklarını ortaya koyup , bunlarla ilgili riskleri belirtmek amaçlanmıştır. Yöntem ve gereçler: Bu çalışmanın vaka örneklemi, İstanbul İlinin TEB AtaşehirOrtaoku-lu’ndan 593 , Maltepe Adnan Kahveci Ortaokulu’ndan 481 ortaokul öğrencisi olmaküzere toplam 1074 öğrenciden oluşmuştur. Çalışma 2022 Eylül ayı içerisinde yapılmış olup, yaklaşık 2 haftalık süreçte tamamlanmıştır. Çalışmaya dâhil edilen tüm katılımcılara,araştırmacı tara-fından geliştirilen demografik bilgiler ve pandemi süreciyle beraber görülen değişiklikleri, pandemi sürecinin çocuklar üzerindeki etkisinin değerlendirildiği Sosyodemografik Veri For-mu, anksiyete ve depresyon düzeylerinin değerlendirilmesinde ise Kutcher Depresyon ölçeği uygulanmıştır.Çalışmada elde edilen bulguların istatiksel analizi için spss24 kulllanılmış-tır.Verilerin değerlendirilmesinde frekans yüzde ortalama standart sapma tanıtıcı analizlerin yanısıra bağımsız grupların karşılaştırılmasında ki kare testi kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmamızda çocukların pandemi öncesi eğitim dönemine kıyasla ekran karşısında geçirdiği zamanda artış olmuştur. Pandemi süresince günlük öğün tüketim sayısı ve fast food tüketiminde anlamlı artış olduğu görülürken hazır içecek (ice tea , meyve suyu, kola vb) ve abur cubur (cips, kraker, çikolata, şeker) tüketiminde anlamlı bir faklılık bulunmamıştır. Ça-lışmamızda ortaokul öğrencilerinin sosyodemografik özellikleriyle birlikte COVID-19 duygu-durum düzeyleri incelenmiş olup; anlamlı farklılık görülmemiştir. Sonuç: Pandemi süresince evde geçirilen vakitte artış çocukların boş zamanlarında teknoloji kullanımını arttırdığı düşünülmektedir.Evde çocukların ilgisini çeken hobilerin kısıtlı olması ve arkadaşlarıyla oyun oynayamamaları buna sebebiyet verdiğini düşündürmektedir. Araştır-mamıza katılan öğrencilerin çevrimiçi eğitime karşı tutumları olumsuz yönde olup bu süreçte öğrenme verimlerinin azaldığını belirtmişlerdir.Pandemi süresince günlük öğün tüketim sayı-sı ve fast food tüketiminde anlamlı artış olup sonuçların benzer çalışmalarla uyumlu olduğu görülmüştür. Çalışmamızda pandemi sürecinde ortaokul öğrencilerinin anksiyete, depresyon, emosyonel sorunları açısından anlamlı farklılık görülmemiş olup uzun dönemdeki etkileri için daha fazla çalışmaya ihtiyaç olacaktır.
  • Yayın
    Su, çay ve kahve tüketiminin antropometrik ve biyokimyasal değerler üzerine etkisi
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Arslan Çelik, Banu; Demir, Şevin
    Giriş ve Amaç: Su, çay ve kahvenin vücudumuz üzerindeki etkileri her zaman merak konusu olup sağlığa yararları ve zararları onlarca yıldır incelenmektedir. Su canlılığın herşeyidir ve vücudumuzdaki her türlü biyokimyasal reaksiyonun gerçekleşmesinde rol oynar. Çay ve kahve ise tüm dünyada sudan sonra en sık tüketilen içeceklerdir. Çay antioksidan ve zengin polifenolik madde içerme özelliği ile kahve ise içerisinde bulunan kafein, klorojenik asit ve diperten alkol aracılığı ile sağlık üzerine etkilere sahiptir. Biz de bu çalışmamızda su, çay ve kahve tüketiminin biyokimyasal ve antropometrik değerler üzerindeki etkisini incelenmeyi amaçladık. Materyal-Metod: Çalışma Mayıs 2021- Mayıs 2022 tarihleri arasında Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Check-up Polikliniği’ne başvurmuş 18-90 yaş arası bireyler ile yapılmıştır. Bireylerin günlük içtikleri su, yeşil çay, siyah çay, kahve miktarları ile biyokimyasal ve vitamin değerleri, hepatosteatoz dereceleri, dışkılama alışkanları, kan basınçları ve Biyoelektrik İmpedans Analizi ile yapılmış antropometrik ölçüm değerleri hasta dosyalarından kaydedilmiştir. Verilerin analizi SPSS 24 paket programı kullanılarak yapılmış, istatistiksel olarak anlamlılık düzeyi p<0.05 kabul edilmiştir. Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 49.57± 13.73 yıl, %49.1’i kadındı. Katılımcılar günde ortalama 1.58±0.75 litre su, 0.44±0.84 bardak yeşil çay, 4.34±3.78 bardak siyah çay ve 1.59±1.47 bardak kahve tüketmekteydi. Çay tüketimindeki artış ile açlık plazma glukozu, açlık insülini, trigliserit, HbA1c, HOMA-IR değerlerinde, bel çevresi, VKİ, vücut yağ oranı, iç yağlanma oranı, vücut yağ kütlesinde artış, HDL kolesterolünde ve vücut sıvı oranında azalma saptanmıştır. Fazla kahve tüketenlerin vücut yağsız kütlesi, vücut kas kütlesi ve BMH içmeyenlere göre daha fazla saptanmıştır Su tüketimi BUN, AST, ALT değerleri ile istatistiksel anlamlı ilişkili saptanırken su tüketimindeki artış diğer biyokimyasal ve antropometrik değerlerde istatistiksel anlamlı bir farka neden olmamıştır. Yeşil çay tüketimi ile biyokimyasal ve antropometrik değerler arasında istatistiksel anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Sonuç: Çay tüketimi ile obezite ile ilgili antropometrik ve biyokimyasal değerler arasında doğrusal ilişki saptanmış, yağ yakımına etkisi olabileceğini düşündüğümüz kahvenin ise bakılan bu parametrelerle ilişkisi saptanmamıştır. Bu sonucun günlük sosyalleşme buluşmaları esnasında çay ve kahve eşliğinde abur cubur tüketimi ve ağır karbonhidrat veya yağ içerikli yemeklerden sonra fazla çay içimi nedeniyle olabileceği düşünülmüştür. Çalışmamızın kesitsel yapısı su, çay ve kahvenin aynı birey tarafından diğer karıştırıcı faktörlerin etkisi ortadan kalktığında vücutta ne etkiler yaratacağını görmemize olanak sağlamamaktadır, bunu sağlayabilecek prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Yayın
    Covid -19 PCR testi pozitif çocuk hastaların hastane başvuru şikayetlerinin araştırılması
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Soylu, İsa; Tanju, İlhan Asya
    GİRİŞ VE AMAÇ Bu tezin amacı COVID-19 salgınında çocuk hastaların başvuru şikayetlerinin, semptomlarının, bulaş yollarının, oluşan komplikasyonların, aile içi bireylerde oluşan komplikasyonların, hastalığın şiddetinin ve aşılanma oranlarının (on iki yaş üstü bireylerde) ortaya konulmasıdır. GEREÇ VE YÖNTEM Araştırmamızın evrenini, Maltepe Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniklerine ve Çocuk acil servisine başvuran hastalar oluşturmaktadır. Örneklem büyüklüğü 500 hasta olacak şekilde seçkisiz bir şekilde alınmıştır. Anketimize 0-18 yaş aralığında COVID-19 PCR testi pozitif hastalar.(Haziran 2020-Ocak 2022 arası) rastgele ve gönüllü alınmıştır. Hastalığa ait semptomlar, bunların gidişi, aşılanma durumubir anketle sorgulanmıştır. Bu çalışma kesitsel bir anket çalışmasıdır. İSTATİKSEL ANALİZ: Kategorik ölçüm düzeyindeki iki bağımsız değişkenin birbiri ile bağlantısı Kesin (Exact) Kikare ile test edilmiştir. Tanımlayıcı istatistik olarak kategorik değişkenler için ise sayı ve yüzde değerleri verilmiştir. İstatiksel analizler için SPPS (Statistical Pack age for the Social Sciences, SPSS Inc. Chicago, IL, USA) Windows versiyon 23.0 paket programı kullanılmış ve P <0,05 istatiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. BULGULAR: Bu çalışmada COVİD-19 hastalarının semptomları 1-3 gün arasında görülmüştür. 449 (%90,9) 12 yaş altı aşılı 449 (%90,9) çocuk bulundu ve aşısız çocuklarda en sık bulaş şekli dış 8 ortam oldu. Yurt dışı seyahatli ailelerde bulaş şekli dış ortam olarak görülmüştür. On iki yaş üstü 39 çocukta (%41,9) aşı olmama nedeni olarak diğer nedenler bulundu. On iki yaş altı 411 çocukta (%93,2) en sık tek kardeşli olanlar aşılanmıştır. SONUÇ: Bu çalışmada olguların Sosyo demografik verileri; 275 hastanın (%55) erkek, 277 hastanın kız(%56,4) olduğu görülmüştür. İki kardeşi olan, 350 hastanın (%71,7) anne ve babasının çalıştığı, 475 hastanın (%95,4) ailesinin yurt dışı seyahati olmadığı görülmüştür. Anneler 179 hasta (%36,5) ve babalar 198 hasta (%40,7) iki doz biontec aşısı olmuştur. Anneler ve babaların bir doz türkovac aşısını bir hasta (%0,29) olduğu tespit edilmiştir. Kardeşlerin en sık 79 hasta (%35,7) bir doz biontec aşısı olduğu tespit edilmiştir. 12 yaş üstü en sık 167 çocuğun (%60,9) biontec aşısı olduğu tespit edilmiştir. Çocukların hastaneye yatış şikayetinin en sık 44 hastada (%12,2) ateş olduğu bulunmuştur.
  • Yayın
    İntravenöz immünglobulin tedavisi sonrası gelişen akut böbrek hasarının değerlendirilmesi ve nötrofil jelatinaz ilişkili lipokalinin tedavi sonrası ilk 24 saatteki hasarı belirlemedeki rolü
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Karataş, Haydar Kaan; Yeğenağa, Itır
    Giriş ve Amaç: İntravenöz İmmünglobulin G (IVIG) , Kawasaki, kronik inflamatuar demiyelinizan nöropati, B hücreli lenfositik lösemi gibi hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Ticari IVIG preparatlarının polimerleşmesini önlemek amacıyla stabilizan maddeler kullanılmaktadır. Sükroz bunlardan biridir ve osmotik nefrozise yol açarak akut böbrek hasarı oluşturabilmektedir . Bu calışma; ilk 24 saatteki Nötrofil Jelatinaz İlişkili Lipokalin’in (NGAL) düzeyinin IVIG tedavisi esnasında gelişebilecek ABH’ni öngörmek konusunda yararlı olup olmadığını ortaya koymak amacı ile planlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Ocak 2022- Eylül 2022 tarihleri arasında Maltepe Üniversitesi Hastanesi İç hastalıkları ve Nöroloji Kliniğinde yatarak IVIG tedavisi altındaki 25 gönüllü hasta ve 10 tedavi uygulanmayan, benzer özellikli gönüllü kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edilmiştir. Vaka grubunun IVIG tedavisi öncesi(0.gün) ve sonrası(1.gün ) kan bun, kreatinin, sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum, fosfor, ürik asit ve idrar NGAL, mikroalbümin/ kreatinin ölçümleri yapılmıştır. Tedavisi devam eden hastaların 5.gün kan biyokimyasal tetkikleri tekrarlanmıştır. Kontrol grubunun ise kan bun, kreatinin, sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum, fosfor, ürik asit ve idrar NGAL, mikroalbümin/ kreatinin ölçümleri yapılmıştır. Hastaların ve kontrol grubunun komorbitleri , kullandıkları ilaçları sorgulanarak izlem formuna kaydedilmiştir. Kan ve idrar laboratuar ölçümleri Maltepe Üniversitesi Hastanesi laboratuarında yapılmıştır. İstatistiksel Analiz: Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için IBM SPSS Statistics 26 (IBM SPSS, Türkiye) programı kullanıldı. Anlamlılık p< p0.05 düzeyinde değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 25’i IVIG alan hasta, 10’u kontrol grubunda olmak üzere toplam 35 kişi dahil edilmiştir. Genel olarak çalışmaya katılan kadın hastaların oranı %60,0, erkek hastaların oranı %40,0’dır.Kadın ve erkek oranı kontrol ve vaka grubunda benzerdir. Tüm katılımcıların yaş ortalaması ise 64,71 ±14,53 olarak hesaplanmıştır. Vaka grubunun NGAL sonucu ortalaması 28,3±49,50 ng/ml olarak hesaplanmıştır. Kontrol grubunun NGAL sonuç ortalaması ise 23,15± 26,43 ng/ml olarak hesaplanmıştır p: 0,75 olup iki grup arasında istatistiksel farklılık yoktur. IVIG tedavisi alan 25 vaka grubundaki hastaların tedavi öncesi idrar NGAL değer ortalaması 28,36±49,52ng/ml olup vaka grubunun IVIG tedavi sonrası 1.gün değer ortalaması ise 44,5±79,78 ng/ml dir. P değeri 0,178 olup fark istatistik olarak anlamlı değildir. Çalışmadaki septik 2 hastanın IVIG öncesi ve sonrası idrar NGAL değerleri sınır değer olan 131,7 ng/ml üzerinde olup devamında iki hastada da akut böbrek yetmezliği gelişmiştir. İdrar NGAL ve idrar mikroalbümin/kreatinin korelasyon analizinde p 0,03 olarak saptanmıştır. Tartışma ve Sonuç: Sükroz içermeyen IVIG preparatları ile tedavi gören hastalarda IVIG e bağlı bir akut böbrek hasarı gelişmemiştir. IVIG tedavi sonrası idrar NGAL ölçümleri daha yüksek saptanmış olup tedavi öncesi NGAL ölçümü ile kıyaslandığında anlamlı bir istatistiksel farklılık izlenmemiştir. Tedavideki 2 septik hastanın tedavi öncesi ve sonrası idrar NGAL ölçümleri yüksek seyretmiş olup, ABH 72 saat sonra gelişmiştir. İdrar NGAL düzeyi ve idrar mikroalbümin/kreatinin düzeyinin birbiri ile bağlantılı bulunması uygulamanın böbrekte bir miktar hasara yol açmış olduğunun kanıtı olarak yorumlanabilir.
  • Yayın
    Tocilizumab uygulanan ve uygulanmayan Sars Covid-19 enfeksiyon geçiren hasta gruplarının morbidite ve mortalite oranları açısından karşılaştırılması
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Mammadova, Mahizar; Kaya, Fatih Öner
    Bu çalışmada tocilizumabisimli interlökin -6 blokeri kullanımının, Covid (SARS-CoV-2)hastalarında çok sık görülen sitokin fırtınası ve buna bağlı gelişen makrofaj aktivasyon sendromu (MAS) ile oluşan pnömoni üzerindeki etkileri araştırılmıştır. Yapılan çalışmada 100 kişilik hastaretrospektif olarak incelenmiş olup, hastalardan 50 tanesindetocilizumab kullanılmış ve tedavi süreci izlenmiştir. Diğer 50 hastada ise tocilizumab kullanımı olmaksızın tedavi süreci izlenmiştir. Çalışmamızda hastaların takip ve tedavi süreci dosyaüzerinden retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Çalışmamız kapsamında, hastaların ferritin, CRP ( c reaktif protein) ve LDH (laktat dehidrogenaz) dahil inflamasyon belirteçleri tüm hastalarda değerlendirilmiştir. Çalışmaya konu olan tocilizumab kullanımının, covid geçiren hastaların ortalama ferritin (1432,30 ± 1307,96 ng/mL)ve ortalama CRP değeri (13.01 ± 7.79 mg/dL) üzerinde etkili olduğu, bu değerleri referans aralığına getirdiği görülmüştür.
  • Yayın
    Ratlarda bleomisin ile indüklenmiş akciğer fibrozisine tofacitinib etkisinin değerlendirilmesi
    (T.C. Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Soylu, İbrahim; Nalbant, Selim
    Giriş ve Amaç : Romatolojik hastalıklarla ilişkili olarak meydana gelen ve hayat kalitesini etkileyen en ciddi patolojilerden birisi interstisyel akciğer hastalığıdır. İnterstisyel akciğer hastalığı romatolojik hastalıklara bağlı olarak hastalığın evresine , mevcut tedaviye bağlı olarak farklı histolojik paternler içerebilir. Akciğer fibrozisi gelişmiş İAH lı olgularda romatolojik hastalık gelişme oranları cinsiyetler arasında anlamlı farklılık göstermemektedir. Ancak romatolojik hastalığa sekonder İAH gelişiminin cinsiyetlere göre dağılımında farklar mevcuttur. Romatolojik hastalığı olan erkeklerde İAH gelişme riski kadınlara oranla üç kat daha fazladır. RA, SSc gibi hastalıklarda en sık tutulum gösteren ekstra artiküler organ akciğerdir. Altta yatan hastalığın neden olduğu immünolojik hadiseler akciğerde hasara neden olur ve bu olaylar İAH için genel olarak başlangıç teşkil eder. Mevcut DMARD ajanların İAH gelişimini önlemesi üzerine net veriler elde edilebilmiş değildir. Ancak son dönemde Janus-Kinaz (JAK) inhibitörlerinin akciğerde meydana gelene interstisyel hasarları önleyebildiği yönünde yayınlar mevcuttur. Bu konuda net bir patofizyolojik mekanizmasının ortaya konulması ve tedavi algoritması geliştirilmesi hastalığın kontrol ve yönetimi kolaylaştırabilecektir. Gereç ve Yöntem: Maltepe Üniversitesi Deney Hayvanları Uygulama ve Araştırma Merkezi (MÜDEHAM)’da daha önceden yetiştirilen yaklaşık 200-250 gr ağırlığında, erkek , 27 adet Spraque-Dawley albino rat çalışmada kullanıldı. Ratlar genel anestezi altında intrakardiyak kan alma tekniği ile sakrifiye edildi. Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Patoloji laboratuvarında ve Memorial Patoloji Laboratuvarında örneklerin akciğer dokuları patolojik olarak incelendi ve İmageJ programı ile bağ doku alanları ve oranları belirlendi. Maltepe Üniversitesi Kanser ve Kök Hücre Araştırma Merkezi’nde deneklerden alınan kan örneklerinde IL-6, IL-10,IL-13, IL-17, KL-6 düzeyleri ölçüldü. İstatiksel Analiz: Çalışma kapsamında toplanan veriler IBM Sosyal Bilimler için veri analizi programı paket versiyon 23.0 ile analiz edildi. Sürekli veriler için ortalama, standart sapma, medyan, minimum ve maksimum tanımlayıcı değer olarak verildi. Normallik varsayımı Shapiro-Wilk testi ile değerlendirildi. Gruplar arası karşılaştırmalarda, “ANOVA Testi”, gruplar arasında anlamlı farklılığın hangi gruptan kaynaklandığını belirlemek için Post-Hoc “Bonferroni Testi” kullanıldı. Ölçüm değerleri arasındaki ilişkiler “Pearson Korelasyon Testi” ile değerlendirildi. Sonuçlar, p değerinin 0,05’ten küçük olduğu durumlarda istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular : Çalışmaya 23 adet erkek cinsiyette Wistar Albino rat alındı. Kontrol grubu dışındaki gruplarda bleomisin aracılığı ile fibrozis gelişimi sağlandı. A1 ve A2 grupları tofasitinib ile tedavi edildi. Bağ dokusu alanı ve bağ dokusu oranı ölçümlerinde gruplar arasında istatistiksel açıdan anlamlı farklılık bulunmuştur . Çalışma kapsamındaki deneklerin KL-6 ölçümleri ile interlökin ölçümleri arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki olmadığı belirlenmiştir (p>0,05). Toplam doku alanı dağılımları A1 grubunun en yüksek, A2 grubunun ise en düşük olduğu görülmektedir. Deney gruplarının interlökin-6 ölçümleri A1 grubunun en düşük olduğu görüldü. İnterlökin-10 ölçümleri A2 grubunun interlökin-10 ölçümlerinin en yüksek, A1 grubunun ise en düşük olduğu görüldü. İnterlökin-13 ölçümlerinin en yüksek, kontrol grubunun ise en düşük ölçüldü. İnterlökin-17 ölçümlerinin en yüksek A2 grubunda ölçüldü. A1 grubunun KL-6 seviyesi en yüksek saptandı. Tartışma ve Sonuç: Tofasitinib profilaktik olarak uygulanan denekler de bağ doku gelişimi daha az saptanmıştır. Ayrıca yine bu grupta proinflamatuar sitokin IL-6 seviyesi düşük saptanmıştır. Kontra inflamatuar bir sitokin olan IL-10 seviyeleri de daha yüksek ölçüldü. Tofasitinib in romatolojik hastalıklarda meydana gelen interstisyel akciğer hastalığı gelişiminde koruyucu etkisi olabileceği düşünüldü. Sonuç olarak tofasitinib romatolojik hastalıklarda hastalıklara bağlı artiküler semptomlarla birlikte interstisyel hasara yönelik koruyucu olabilir. Mevcut bulgular daha büyük çalışmalarla da desteklenmelidir.
  • Yayın
    Ratlarda siklofosfamid kaynaklı erken ovaryen yetmezlik modelinde anjiotensin reseptör blokerleri kullanımının overe etkisi
    (Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Doğan Tekbaş, Ezgi; Gürsoy, Ali
    Giriş ve Amaç: Erken over yetmezliği (Prematür over yetmezliği-POY) günümüzde giderek artan ve kadın üreme sağlığını ciddi bir şekilde tehdit eden hipoöstrojenik hipergonadizm ile karakterize bir tablodur. 40 yaşından önce over disfonksiyonu ile seyreden hastalığının nedenleri arasında antineoplastik tedavinin neden olduğu iyatrojenik POY büyük önem taşımaktadır. Özellikle alkilleyici özellikte olan kemoterapötik ajanların kullanımının kadın üreme sistemi üzerinde ciddi gonadotoksik etki oluşturduğu bilinmektedir. Bu çalışma ile sıçanlarda siklofosfamid’e (CTX) bağlı iyatrojenik erken ovaryen yetmezlik modelinde anjiotensin reseptör blokerlerinden (ARB) kandesartan, valsartan ve telmisartan kullanımının overe etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya dahil edilen 12 haftalık 185-224 gram ağırlığında 30 adet dişi Wistar Albino cinsi sıçanlar 6’şar adet olacak şekilde 5 gruba ayrılmıştır. Altı sıçan plasebo grubu için ayrıldı ve kalan 24 sıçan ile siklofosfamid kaynaklı erken ovaryen yetmezlik (COF) modeli oluşturuldu. Ardından ARB grubunda yer alan kandesartan, valsartan ve telmisartan'ın COF üzerindeki etkilerini belirlemek için alt gruplar oluşturuldu. Gruplarda biyokimyasal ve histopatolojik parametreler değerlendirildi. Serum örneklerinde AMH, Estradiol (E2), FSH ve Superoksit dismutaz seviyeleri ölçülmüştür. Histopatolojik değerlendirmede ise overlerde folikül sayımı yapılmıştır. Bulgular: Overlerde toplam folikül sayısında siklofosfamid uygulaması sonrası herhangi bir ARB kullanılmadığında anlamlı olarak folikül sayısında azalma izlenmiştir (p<0.05). Oysa ARB kullanımı ile birlikte toplam folikül sayısının korunabilindiği tespit edilmiştir. Biyokimyasal olarak değerlendiridiğimizde ise E2 başta olmak üzere tüm parametrelerde ARB kullanımının overi siklofosfamidin gonadotoksisitesinden koruduğu gösterilmiştir (p>0.05). Sonuç: Elde ettiğimiz verilere göre üç ARB ajanının da biyokimyasal ve histopatolojik açıdan gonadlar üzerine koruyucu etkileri gözlemlenmiştir fakat daha fazla ileri düzey bilimsel araştırma gereksinimi vardır.
  • Yayın
    Prematüre ve term doğan çocuklarda meningokok aşılaması sonrası antikor yanıtının değerlendirmesi
    (Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Taniş, Gözde; Erener Ercan, Tuğba
    Giriş ve Amaç: Meningokok enfeksiyonları klinik olarak asemptomatik taşıyıcılıktan, gizli bakteremiye sepsisten meningokoksemiye kadar giden geniş bir spektruma sahiptir. Aşılama, çocukları bu agresif hastalığa karşı korumanın en iyi yoludur. Prematür bebekler aşı ile önlenebilir enfeksiyonlar açısından yüksek risk altındadır, ancak yapılan araştırmalar prematür bebeklerde aşılamanın genellikle ertelendiğini göstermiştir. Prematür bebeklerde en uygun aşılanma zamanı ile ilgili yeterli kanıt olmamakla birlikte, mevcut veriler, term bebeklerdekinden farklı olmaksızın 2. aydan (takvim yaşı) itibaren aşılamaya başlanılmasını desteklemektedir. Bu çalışma ile prematüre doğmuş olan çocukların, primer menenjit aşılaması sonucu gelişmiş antikor düzeylerinin belirlenmesi ve bu düzeylerin term doğmuş ve primer menenjit aşılaması tamamlanmış çocukların antikor düzeyleri ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma, Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Hastalıkları polikliniğine başvuran çocuklarda prospektif klinik çalışma şeklinde yürütülmüştür. Çalışmaya katılan 80 çocuğun meningokok aşısı ile aşılanma yaşları, doğum bilgileri, ek hastalıkları, maternal yaşları sorgulanmıştır ve alınan serum örneklerinden 79 olguda Anti-Men A,C.Y,W135 Ig G antikorları ELISA yöntemi ile çalışılmıştır. Bulgular: Anti-Men A,C,Y,W135 IgG antikoru olguların tamamında pozitif (>10 IU/ml) olarak saptanmıştır. Anti meningokok antikorların geometrik ortalama konsantrasyonları preterm ve term hastalar için sırası ile 111.06 IU/ml ve 128.64 IU/ml bulunmuştur ve her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır (p=0.07). Term olguların antikor düzeyleri arasında 100 İU/ml nin altında değer bulunmamaktaydı. Ancak preterm olgular arasında 100 IU/ml nin altında ölçülen 4 değer bulunmaktaydı. Bu preterm olgulardan iki tanesini 33. haftada ikiz olarak doğmuş bebekler ve diğer ikisini 35 ve 34 haftada doğmuş olgular oluşturmaktaydı. Bu bebekler sezaryen ile doğmuş olup ek hastalıkları bulunmamaktaydı. Anti-meningokok antikor düzeylerinin cinsiyete (p=0.7) ve doğum şekline (p=0.6) göre farklılık göstermediği görülmüştür. Anne yaşının aşılama sonrası gelişen antikor yanıtlarını etkilemediği görülmüştür (p=0.68). Sadece meningokok ACYW135 aşısı ile aşılananlar ile eş zamanlı olarak diğer aşıların (Meningokok B ve Rotavirus) uygulandığı olgular arasında antikor düzeyleri açısından bir fark saptanmamıştır( p=0.51). Sonuç: Term doğmuş olan olgular ile preterm doğmuş olan olguların primer menenjit aşılaması sonrası antikor yanıtları arasında fark olmadığı görülmüştür. Tekil-çoğul gebelik, sezaryen-normal doğum, anne yaşı gibi doğum özelliklerinin aşılama ile sağlanacak antikor yanıtlarına etkisi olmadığı saptanmıştır.
  • Yayın
    Lomber stabilizasyon yöntemlerinde poliaksiyel pedikül vidası ile açılanmalı vidanın biyomekanik karşılaştırılması
    (Maltepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Ünal, Ömer Kays
    AMAÇ: Çalışmamızın amacı günümüzde rutin olarak kullanılan poliaksiyel pedikül vidalarına bağlı kompliksyonlara çözüm olarak tasarlanmış olan açılı transpediküler vida – dübel sistemi ile poliaksiyel pedikül vidalarını biyomekanik olarak karşılaştırmaktır. MATERYAL VE METOD: İn vitro biyomekanik test olarak planlanan bu çalışma Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi ve Afyonkarahisar Sağlık Bilimleri Üniversitesinde Şubat 2020 ve Nisan 2022 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Basit randomizayson yöntemi ile 12 adet poliüretan köpük vertebra modeli seçildi ve 6’sı çalışma grubu ve 6’sı kontrol grubu olarak gruplandırıldı. Biyomekanik test Geratech SJV-5K (Ataşehir,İstanbul,Türkiye) 5000 N’luk motorlu test standında 60 mm/dk hızda eksenel çekme kuvveti uygulanarak yapıldı. Biyomekanik test sonucunda elde edilen çekip çıkarma dayanımı ve rijitlik değerleri her iki grup arasında karılaştırıldı. Ayrıca kullanılan implantların kemik yüzey ile temas eden yüzey alanları hesaplandı. BULGULAR: Çekip çıkarma dayanımı kuvveti değerine bakıldığında çalışma grubu medyan değeri 415 ± 44 N ile kontrol grubu medyan değeri 271 ± 75 N olarak saptandı. Her iki grup arasında çekip çıkarma dayanımları açısından istatistiksel anlamlı fark bulunmuştur (p=0,025). Rijitlik değerine bakıldığında çalışma grubunun medyan değeri 340 ± 43 N/mm ile kontrol grubunun medyan değeri 418 ± 76 N/mm olarak saptandı. Her iki grup arasında rijitlik değerleri açısından istatistiksel anlamlı fark bulunmamıştır (p=0,802). Poliaksiyel vidada kemikle temas yüzey alanı değeri 1078 mm² olarak belirlenmiştir. ATVDS’nin dübel komponentinde yüzey alanı değeri 1616 mm² olarak belirlenmiştir. SONUÇ: Bu çalışmada ortopedi ve travmatolojiye poliaksiyel vidaların yarattığı komplikasyonları azaltmak için tasarlanan açılı transpediküler fiksasyon yöntemi ve bu yöntemle uygulanan ATVDS geliştirilmiş ve poliaksiyel vidalarla biyomekanik olarak karşılaştırılmıştır. Sonuç olarak karşılaştırmalı biyomekanik test sonucunda çalışma grubunun kontrol grubuna göre çekip çıkarma dayanımı açısından %35 oranda daha üstün olduğu saptanmıştır. Ancak rijitlik açısından anlamlı bir fark saptanmamıştır.
  • Yayın
    Rat overlerinin heterotopik transplantasyonunda overyan rezerv korunması açısından c vitamini ve sildenafil molekül etkinliklerinin karşılaştırılması
    (Maltepe Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, 2021) Ayan, Mahmut Tolga; Çelik, Aygen
    Tezimde; rat overlerinin heterotopik transplantasyonunda over rezervlerinin korunması açısından C vitamini ve sildenafil moleküllerinin etkinliklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Bu sayede çocukluk çağı kanserleri, otoimmün hastalıklar, endometrioma gibi nedenlerle tedavi altına alınan ve bir sebeple prematür ovaryan yetmezlik gelişmesi muhtemel kadınlarda, over rezervini over dokusunun re transplantasyonundan sonra koruyabilmek için önerilebilecek tedavi modaliteleri deneylenmiştir. 30 Adet 12 haftalık wistar albino cinsi dişi rat altışarlı gruplara ayrıldı. Gruplar, sham, kontrol, sildenafil, C vitamini, sildenafil ve C vitamini olacak şekilde belirlendi. Her bir grubun özellikleri; 1. Grup: Sadece overler görülüp dokunulmadan kapatıldı. 2. Grup: Overlere otolog transplantasyon yapıldı ve farelere herhangi bir medikasyon yapılmadı; 3. Grup: operasyonun ardından sadece sildenafil 15 mg/kg/gün günde iki kerede gavaj yoluyla verildi. 4. Grup: operasyon sonrası sadece C vitamini 500 mg/kg günde bir kere gavaj yoluyla verildi. 5. Grup: Operasyon sonrası farelere hem C vitamini 500 mg/kg günde bir kez hem de sildenafil 15 mg/kg/gün günde iki kerede gavaj yoluyla uygulandı. İlk operasyondan 3 hafta sonra denekler yeniden opere edildi. Over dokuları transplante edilen her iki taraf hipokondriyak cilt altı bölgeden alındı. Aynı operasyonda her denekten intrakardiyak 5 cc kan alındı. Ardından denekler sakrifiye edildi. Kanlar serumlarına ayrılarak -20 Co de saklandı. Over dokuları patolojik inceleme için formol solüsyonu içerisinde laboratuvara ulaştırıldı. Her over dokusundan 5 er kesit hazırlandı. Hemotoksilen- eosin ile boyanarak ışık mikroskobu altında 50/100/400’lük bakı altında incelendi. Her over için hazırlanan preparatların en çok primordial folikül içerenleri seçildi. Her grup için toplam primordial folikül, primer folikül, antral folikül, graf folikül, korpus luteum, korpus albikans ve nekroz oranları, belirlendi. Gruplar arasında morfolojik fark incelendi. Ayrılan serumlardan “FSH, E2, SOD, AMH hormon” analizi yapıldı. “MIS/AMH BT-LAB Kit (Cat.No:E0456Ra)” ile AMH analizi, yine aynı firmanın “FSH BT-LAB Kit (Cat.No:E0182Ra)” ile FSH analizi, yine aynı firmanın “Rat Super Oxidase Dismutase ELISA Kit (Cat.No:E0168Ra)” ile SOD analizi ve “Elabscience firmasının Rat/Porcine E2(estradiol) ELISA Kit (Cat.No:E-EL 0152)” ile niceliksel veri elde edildi. Grup ortalamaları arasında farkların anlamlılığı “Kruskal-wallis, mann-whitney u” test kullanıldı. Korelasyon analizinde “spearman korelasyon analizi” kullanıldı. Çalışmamda, “IBM SPSS Statistics Version 27 bilgisayar programı” kullandım. P<0,05 kabul edildi. Elde ettiğimiz verilere göre ovaryan dokunun transplantasyonu sonrası herhangi bir medikasyon yapılmazsa rezervinde %90’lara varan kayıp olmaktadır. Bu bulgumuz literatürle uyuşmaktadır. Ancak güçlü bir antioksidan olan C vitamini ile medikasyon sağlandığında bu kayıplar yarı yarıya azalmaktadır. En fazla rezervin korunması C vitamini ve sildenafil ® molekülünün birlikte kullanımı ile sağlanmıştır. “cGMP” Üzerinden etki göstererek NO birikimi yapan ve bu sayede vasküler permeabilite artışı, düz kas gevşemesi ve doku kapiller kanlanmasını artıran Sildenafil’® in tek başına kullanımı over rezervini koruma açısından tek başına C vitamini kadar etkili bulunuştur. Bu açıdan bakıldığında bulgularımız literatür verileri ile örtüşmektedir. Sonuç olarak otolog over dokusu transplantasyonunda Sildenafil ve C vitamini moleküllerinin birlikte kullanımı over rezervini korumak için oldukça etkili bir yaklaşım olabilmektedir. Medikasyon yapılmadan bu rezervin %80-90 kadarı hipoksi ve sonrasındaki oksidatif stres hasarı gibi nedenlerle kaybedilirken sildenafil ® ile C vitamini birlikte kullanımı bu rezerv kaybını %30 – 10 ile sınırlandırabilmektedir.
  • Yayın
    Sezaryen ile doğan sağlıklı yenidoğanlarda anneye uygulanan anestezi tipine göre taburculuk öncesi kilo kayıplarının değerlendirilmesi
    (Maltepe Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, 2021) Ertunç, Yiğit Mustafa; Ercan, Erener
    Giriş: Son 30 yıldır sezaryen ile doğum oranlarındaki artış, ideal kabul edilen sınırların üzerindedir. Yenidoğanlarda ilk birkaç gün içerisinde meydana gelen kilo kayıpları, normal fizyolojik sürecin bir parçasıdır ancak sezaryen ile doğan yenidoğanlarda bu miktar daha fazla olabilmektedir. Kilo kayıplarının takibi ve risk faktörlerinin değerlendirilmesi, yenidoğanların hastane yatışları sırasındaki postnatal takiplerinde büyük bir önem taşımaktadır. Amaç: Bu tezin amacı, sezaryen ile doğan sağlıklı yenidoğanlarda anestezi tipinin, taburculuk öncesi kilo kaybı üzerine etkisinin diğer risk faktörleriyle beraber değerlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza, 29 Aralık 2017–31 Ocak 2020 tarihleri arasında T.C. Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda doğumu gerçekleşen 492 anne ve yenidoğan ikilisi dahil edildi. Yenidoğan ve annelere ait bilgiler, hastane kayıtları ve dosyaları retrospektif olarak incelenerek değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 492 yenidoğanın ortalama doğum haftası 38,6 ± 1,09 idi. Bu yenidoğanların %49,8’i (n=245) erkek, %50,2’si (n=247) kızdı. Toplam doğumların %53’ünü (n=261) genel anestesi ile sezaryen doğum, %36,2’sini (n=178) spinal anestezi ile sezaryen doğum, %10,8’ini (n=53) ise normal spontan vajinal yol (NSVY) ile doğum oluşturmaktaydı. Doğum öncesi annelere verilen intravenöz (IV) sıvı miktarı ortalaması tüm annelerde 440 ± 540 ml; genel anestezi ile sezaryen doğum yapan annelerde 320 ± 529 ml, spinal anestezi ile sezaryen doğum yapan annelerde 524 ± 493 ml, NSVY ile doğum yapan annelerde ise 745 ± 585 ml idi (p=0,001). Genel anestezi ile sezaryen, spinal anestezi ile sezaryen ve NSVY ile doğan yenidoğanların taburculuk kilo kaybı yüzdeleri kıyaslandığında istatistiksel açıdan anlamı bir fark görülmediği gibi anne yaşı, parite, konsepsiyon yöntemi, gestasyon haftası ve doğum kilosu gibi yenidoğan kilo kaybında risk faktörü olabilecek etmenlerde de istatistiksel açıdan anlamlı bir fark saptanmadı. Sonuç: Yenidoğanlarda taburculuk öncesi kilo kaybı açısından genel anestezi ve spinal anestezi ile doğan bebekler arasında bir fark saptanmaması ve diğer olası risk faktörleri açısından da istatistiksel açıdan anlamlı bir farkın olmaması, yenidoğanların doğum sonrası yakın takibi ile artmış kilo kayıplarının önüne geçilebileceği hipotezini ortaya koymaktadır.